1 Haziran 2012 Cuma

That '70s Show



That '70s show, 1. `Friends`, 3. de `Scrubs` olmak üzere, bugüne kadar izlediğim en iyi 2. komedi dizisi.

Bütün dizilerde aradığım, bir çoğunda bulamadığım o sıcaklık, o sempati, o "aa aynı benim/bizim yaşadığımız şeyler" dediğimiz olaylar bu dizide vardı. Hatta yaşımdan dolayı, bu dizidekiler bana daha yakındı.
Friends'te olduğu gibi, bu 6 kişilik arkadaş grubunun da 7.si olmayı çok çok isterdim.
Kelso'yla dalga geçip, sonra kıyamayıp yanaklarını sıkmayı, Hyde'la milletle dalga geçip ölümüne gülme krizine girmeyi, Fez'le absürd diyaloglarda bulunmayı, Jackie'yle kuaföre/alışverişe vs. gitmeyi, Donna'yla dertleşmeyi, Eric'le de yarı ciddi, yarı alaycı sohbet etmeyi, onlarda kalıp Kitty ve Red'le vakit geçirip, Laurie'ye kaşar imalı espriler yapmak isterdim. Bol bol Eric'lerin bodrumunda takılmayı, circle'da olmayı, sıra her bana geldiğinde konuşamayıp gülme krizine girmeyi, yada en uçuk fikirlerimi anlatmak isterdim.




Bu dizinin, Friends'le benzer pek çok ortak noktası var aslında, yada ben hep karşılaştırdığım için ister istemez buluyorum. Donna & Eric, Monica & Chandler gibi, dizinin örnek çifti. Sudan sebeplerle ufak kavgalar edip, sonunda birbirlerinin değerini anlayıp hep barışıyorlar. Jackie & Jelso, daha çok Rachel & Ross gibi. Belki Donna & Eric'ten daha çok aşıklar birbirlerine, ama sürekli ayrılıp barışmaları, birbirlerini delice severken sürekli araya bir şeylerin, daha doğrusu Kelso'nun aptallığının girmesi yüzünden hep koptular. Ama Kelso'ya da kıyamıyor insan, o kadar sevimli ki.
Fez de uçukluğuyla biraz grubun Phoebe'si gibi. Cool tavırlarıyla da geriye Hyde - Joey benzetmesi kalıyor. Gerçi aptallık ve çapkınlık konusunda Kelso ve Joey daha yakın ama neyse.

Bu diziyle, şu an 20'lerinin sonunda, 30'larının başlarında olan 6 oyuncuyu, ergenlik dönemlerinde tanıdık. Diziden sonra en çok kariyerinde iyi işler başaranlar Mila Kunis, Ashton Kutcher ve biraz da Topher Grace oldu. Hepsi gözümüzün önünde büyüdü. Özellikle Mila, ilk sezonlarda mızmız, hafif çirkin, evimizin küçük kızı modundayken, 3. sezondan sonra bir serpilmeye, bir güzelleşmeye başladı. Sıska oğlan Topher bile, son sezonlara doğru bayağı olgun bir delikanlı oldu.

Bu dizi bize 7 harika, son sezonuyla da kendi içinde ortalama, ama diğer pek çok diziye göre yine güzel, hafif spin-off tadında 1 sezon bıraktı. '76- '80 arası Amerika'yı özet geçti bize, giyim tarzları, yaşam tarzlar, müzikleri, zevkleri, kültürleri, her şeyiyle. Bazı şeylerde nostalji yaşadık, bazılarını hiç duymamıştık bile. Belki dizinin o kadar tutacağını senaristler bile beklemediğinden, belki daha çok malzeme olsun diye, 70'lerin 2. yarısından başladık. Keşke 8 sezonda 4 yıl olmasaydı da, 70'lerin başından sonuna 10 yıl izleseydik. Ama hiç fark etmez. Bu diziyi alıp 2000'lere de uyarlasanız tadından pek bir şey kaybetmez. "ah o zamanlar cep telefonu olsa, Eric şimdi ne kolay arardı Donna'yı" yada "tüh internet olsa, facebook olsa Fez çoktan şu kızla tanışmıştı", "yazık Hyde ancak plak peşinde koşsun internetten müzik indirme şansı olsaydı..." dediğimiz sahneler hariç, bazen 70'leri izlediğimizi hissetmedik bile.

Bence bir dizideki oyunculuklardan, hatta senaryodan bile önemli olan unsur, oyuncular arasında iyi bir kimya olması. Gerçekte de neredeyse dizideki kadar yakın olmadıkları sürece, senaryo onları istediği kadar kaynaştırsın, kopuk kalırlardı. Fakat '70s show'da, oyuncuların gerçekte de yakın olması diziyi gerçekçi kıldı. Bunu blooper'lardan bile anlamak mümkün. Dizinin finalinin üstünden 6 yıl geçmesine rağmen, Danny Masterson  twitter'a sürekli yakın zamanda Topher, Wilmer, Laura'yla vs. çektiği fotoğrafları atıyor, yani hala görüşüyorlar. Ashton'la Mila zaten dizi bittiğinden beri sürekli bi aradalar, hatta Ashton, Demi Moore'dan ayrıldıktan sonra, sevgili oldukları söylendi. hı keşke olsa, çok yakışıyorlar.



That '70s show, herkese gönül rahatlığıyla tavsiye edeceğim, ara sıra aklıma bir sahnesi gelip, düşüncesiyle bile eğleneceğim bir dizi olarak kişisel arşivimde yerini aldı.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Natalie Portman






Bilenler vardır, filimadami.com'da "en çok izlediğim oyuncular" diye bir kısım var. Oranın istatistiklerine göre benim şimdiye kadar en çok filmini izlediğim oyuncu Natalie Portman'mış.

Leon, Star Wars 1-2-3, Cold Mountain,  Garden State, Closer, V for Vendetta, The Other Boleyn Girl ve  Black Swan olmak üzere toplamda 10 filmini izlemişim. Ve 10u da birbirinden başarılı, başyapıt sayılabilecek filmler. Henüz 30 yaşında olmasına karşın, gerçekten çok başarılı işlere imza attı.

          V for Vendetta'daki rolü için, gerçekten saçını kazıtan özverili oyuncu



Genellikle asil, ağırbaşlı rollerin ona daha çok yakıştığını düşünürdüm. Fakat Garden State'teki oyunculuğunu gördükten sonra, sevimli, deli dolu kız halinin de kendisinde çok iyi durduğunu fark ettim. Ağırbaşlı, asil, hafif çatlak, gerçekten çatlak, umutsuz, aşık, soğuk kalpli, her türlü rolün altından kalkabilen bir oyuncu.

Kendisinde bir elf güzelliği var. Kelimenin tam anlamıyla "elf". Sivri kulakları, çıkık alnı, ince yüzüne görece büyük dudaklarıyla, ayrı ayrı düşünüldüğünde "çirkin" gibi gelen, fakat bütün olarak çok güzel bir kadın.






Güzel olmasının yanı sıra, zarif, akıllı ve komik bir kadın. Sadece oyunculuğu iyi, yada sadece güzel ama kafası boş hollywood yıldızlarından değil yani. Daha 13 yaşında Leon ile şöhreti tadıp, 18'inde Star Wars ile pek çok 20-30 yıllık oyuncunun gelemediği bir yere gelmişken, sadece sinemaya, şöhretine odaklanmayıp kendini geliştirmesi, Harvard Psikoloji bölümünden mezun olması bence örnek bir davranış. Katıldığı programlarda da bu farkını ortaya koyuyor ve çıkıp sadece komik bir kaç anısını anlatıp giden oyuncuların aksine, gerçekten aklı başında anekdotlar anlatıp, güzel laflar ediyor. Veya daha çok esprili yanını da ortaya koyduğu oluyor tabi, şu ünlü Saturday Night Live'daki rap videosunda olduğu gibi :) http://www.youtube.com/watch?v=v8e6-IeQ0aw


Eşi Benjamin Millepied ve bebekleri Aleph ile çok mutlu bir yuvaya sahip olduklarını düşünüyorum. Aleph tombiş yanaklı, mama reklamlarından fırlamış gibi sevimli bir bebek. Benjamin, her fotoğraflarında Natalie'ye aşk dolu bakan iyi bir eş. Natalie, kariyerinin yanı sıra, özel hayatında da çok şanslı.







Özellikle Star Wars'u izleyenler, Keira Knightley'nin Natalie Portman'a ne kadar benzediğini daha iyi bilir. Keira, filmde Amidala'nın dublörünü canlandırırken, ancak çok dikkatli gözler, ve her iki oyuncuya aşina olanlar onları ayırt edebilirdi. Hatta rivayet edilir ki, Keira'ya ilk Amidala makyajı yapıldığında, Natalie'nin annesi kızıyla Keira'yı ayırt edememiş. Yönetmen de, birinin gerçek Padme, diğerinin dublör olduğu daha net belli olsun diye makyajın hafif değiştirilmesini istemiş. 


                                                       Natalie ve Keira




Başarılı kariyeriyle ve örnek kişiliğiyle, Natalie Portman, Hollywood'un en saygın oyuncularından biri. Umarım onu hep kült filmlerin başrolünde görmeye devam ederiz.

Not: Artık http://benyazarkencokeglendim.blogspot.com/ adresinde de blog yazıyorum!

6 Nisan 2012 Cuma

Jennifer Aniston






2 ay önce 43 yaşına girdiğine inanamadığım, Yunan asıllı, güzel oyuncu.

Bence `Friends` izleyen birisinin, Jennifer Aniston'ı sevmemesi/ çirkin bulması/ antipatik bulması mümkün değil. Tamam, diğer filmlerinde çok parlak bir kariyeri olmadı, ama Friends deyince akan sular durur. Bu kadın ki, 1994-2004 arasında dünya üzerindeki milyonlarca kadın onun fiziğini, saç modelini, saç rengini, giyinişini örnek aldı.



                                                        Meşhur "Rachel Hairstyle"




Friends'in ilk sezonundan, son sezonuna kadar gittikçe güzelleşti. "Yüzü oturdu" derler ya, o da olgunlaştıkça daha bir güzel oldu. Özellikle Friends'in son sezonları en güzel halleriydi, Brad Pitt'le evli olduğu dönemler, ah nasıl da yakışıyorlardı birbirlerine...



                                                       Brad Pitt ve Jennifer Aniston




Şimdi kaçınılmaz olarak herkes Jennifer Aniston'la Angelina Jolie'yi karşılaştırır. 84. oscar töreninde gördük, Angelina Jolie'nin nasıl pörsüdüğünü. Yani eskiden Angelina Jolie'yi de güzel bulurdum ama artık kesinlikle eski havası yok. Kollar, bacaklar iskelet gibi, yüzü incelince kemikler öne çıkmış filan.
Ama bakıyoruz ondan 6 yaş büyük Jennifer'a, kadın maşallah hala taş! Fiziği desen, 18 yıldır formunu koruyor, ne fazla kilolu halini gördük, ne çok zayıf. Doğuştan mı, güneşlenmekten mi, solaryum mu bilemem ama, çok güzel bir bronzluğu da var. Angelina gibi ölü beyazı değil yani.
Giyim zevki, bakımı zaten tartışılamaz. Ne giyse de yakışıyor, taşıyor, öyle de şanslı.

En yakın arkadaşı, Friends'ten rol arkadaşı Courteney Cox. Courteney'nin kızı Coco Cox-Arquette (kızın adı da mısır gevreği gibi oldu yaa, coco-cox :) ) 'nın da vaftiz annesi. Bol bol fotoğrafını görüyoruz Jennifer'ın, Coco'yla tatildeyken, Courteney-Jennifer-Coco yemek yerken, Coco hep Jennifer'ın kucağında vs. Courteney de bir röportajında anlatmıştı, haftada 3 gün Coco'yu ziyarete gidiyormuş, Coco, Jenny teyzesine özeniyormuş vs.  Annelik içgüdüsü bu kadar kuvvetli birinin anne olmaması çok üzücü.




                                                                     Jennifer ve Coco








                                           Jennifer, Courteney ve Coco Hawaii tatilinde.




Hepsini geçtim, çok sempatik bi kere. Öyle soğuk nevale ünlülerden değil, hep güler yüzlü. Röportajlarda, katıldığı programlarda filan görüyoruz çok eğlenceli. Umarım şimdiki sevgilisi Justin Theroux'la, aradığı mutluluğu sonunda yakalar. O bizim hep "Rachel Green"imiz olarak kalacak! :)

Not: Artık http://benyazarkencokeglendim.blogspot.com/ adresinde de blog yazıyorum!

28 Mart 2012 Çarşamba

Zarafet Tanrıçası: Audrey Hepburn

               



       








4 Mayıs 1929 tarihinde, barones bir anne ve bankacı bir babanın tek kızı olarak dünyaya gelen Audrey, 2. Dünya savaşı nedeniyle oldukça zor bir çocukluk geçirmiş. Fakat işgal altındaki Hollanda'da sahte isimle ilkokula yazıldığı yıllarda bile, içindeki star ışığı kendisini göstermekten vazgeçmemiş. Savaş biter bitmez Londra'ya taşınan Audrey, kariyerine balerinlikle ve modellikle başlamış.


22 yaşındayken ilk filmi "Young Wives Tale" ile dikkatleri çeken güzel yıldız, 2. filmi "Roman Holiday" ile Oscar ödülüne layık görülmüş. Daha sonra 4 kez daha Oscar'a aday gösterilip, iki kez BAFTA iki kez de Golden Globe'un sahibi olmuş. Özellikle Roman Holiday, Brekfast at Tiffany's ve Charade gibi filmleri, bugün bile başyapıt sayılabilecek kalitede.

50'li ve 60'lı yıllara gerek filmleri, gerek büyüleyici güzelliği, gerekse şıklığıyla damgasını vuran başarılı aktris, milyonların idolü haline gelmiş. Sadece o yıllarda değil, zarafeti ve sempatikliğiyle, 2012 yılında beni kendisine hayran bırakabiliyor. Bence bir insanın bırakacağı en güzel miras, milyonların kalbinde güzel hatırlanmaktır. Hatta o hayattayken henüz doğmamış olanların bile.



Bugün, çok sıradan gelen pek çok ürün, aslında Audrey Hepburn sayesinde hayatımıza kazandırılmış. Kapri pantolon, o döneme kadar sadece balerinlerin tercih ettiği babet ayakkabılar, Breakfast at Tiffany's sayesinde yayılan uyku maskeleri... Daha neler neler Audrey Hepburn'ü idol seçtiği için onun giydiklerini, yaptıklarını yapmak isteyen bayanlar sayesinde üne kavuşmuş. Kullandığı şeylere özenmek olayını ben de yaşadım, Breakfast at Tiffany's'teki uzun ağızlığıyla, ve Roman Holiday'de kısa saçlarıyla sigara içtiği sahnelerde, benim gibi sigaradan nefret eden birisini bile, sigara içmeye özendirmiştir. Ayrıca, Teoman'ın, Papatya şarkısında "Hani çok sevdiğin o filmi gördükten sonra, kısacık kestirip saçlarını, içtin ilk sigaranı" diye bahsettiği o "çok sevilen film" Roman Holiday'den başkası değildir tahminimce.










Dönem dönem ne moda akımları geliyor, Audrey Hepburn şıklığının modası asla geçmiyor! Bugün bile onun takıları, makyajı, elbiseleri bize yabancı değil, çok tercih ediliyor. Şıklığını, yıllarca sponsorluğunu yapan Givenchy'ye borçluğu olduğunu her fırsatta belirtmekten geri kalmamış. Hubert de Givenchy de, onun ince belini, güzel fiziğini ön plana çıkaran kıyafetleri ustalıkla tasarlamış, bizlere mükemmel bir miras bırakmış.




   Breakfast at Tiffany's (1961)'de giydiği, ünlü Givenchy tasarımı elbisesiyle.





Sadece kıyafetleri değil, makyajıyla da bir akım başlatmış, Audrey. O zamana kadar abartılı makyaj, kıpkırmızı dudaklar, yanaklar, upuzun takma kirpikler revaçtayken, Audrey'den sonra "doğal makyaj" kavramı hayatımıza girmiş. Makyaja gerek bırakmayan çıkık elmacık kemiklerine ten rengine yakın allıklar, doğal dudak rengine yakın rujlar, kahverengi tonlarında farlar, ve güzel büyük gözlerini ön plana çıkaran eyeliner.


İlk evliliğini 1954'te Mel Ferrer ile yapmış, ve bu evlilikten Sean adlı bir oğlu olmuş. Bu dönemde değil kariyerine ara vermek, en parlak dönemi olmuş. Ama daha sonra, 1969'da İtalyan ve psikiyatr olan eşi Andrea Dotti ile evlenince, sinema sektöründen biraz daha uzak kalmaya çalışmış. Ayrıca bu evlilikten de Luca isimli bir oğlu olmuş.











70'li ve 80'li yıllarda toplam 5 projede yer almış. Fakat ilerleyen yaşına rağmen, asla güzelliğinden bir şey kaybetmemiş. Hep aynı incelikte, şıklıkta kalmaya devam etmiş. 













90'lı yıllarda, Unicef'in "iyi niyet elçisi" seçilmiş, ve kanserle mücadele ettiği son yıllarında, Unicef adına Somali, Kenya vb. yerlere yardım gezileri düzenlemiş. Bu kanatsız melek, 20 Ocak 1993'te henüz 63 yaşını doldurmadan, aramızdan ayrılmış.


Masum yüzü, güzel gözleri, asil duruşu, filmlerinde sıkça gördüğümüz hınzır/çocuksu gülüşüyle tam bir masal prensesi. Boyu 1.68'miş ve kilosu da 48miş. bu asalet abidesine benzemek için nelerimi vermezdim ki? En azından boy-kilo değerlerimle ortak bir nokta buldum :)

Dış güzelliği gibi, tertemiz kocaman bir kalbi varmış bu güzel prensesin. Dünyaya pozitif bakan gülümsemesi hiç eksik olmayan Audrey'nin kendi sözleriyle, güzellik sırları:


“Çekici dudaklara sahip olmak istiyorsanız, dudağınıza tatlı sözden başkasını dokundurmayın.
Güzel gözleriniz olsun istiyorsanız,güzel insanlarla göz göze gelin, gerçek dostlar edinip sık görüşün.
İdeal beden ölçülerine sahip olmak ve hep zayıf kalmak istiyorsanız, yemeğinizi yoksullarla ve açlarla paylaşın. 
Alımlı saçlara sahip olmak istiyorsanız, çocuğunuzun günde en az bir kere onu okşamasına izin verin. 
Dikkat çekici pozlar vermek istiyorsanız, yanınıza bilgelik ve tevazuyu alarak yürüyün, asla cahilce ve gururla yürümeyin. İnsanların da tıpkı elimizin altındaki eşyalar gibi, hatta onlardan çok daha fazla onarılmaya, yenilenmeye, bakım görmeye, gözden geçirilmeye ihtiyaçları vardır. 
Hiçbir insanı eskisi, bozuldu işe yaramıyor diye elinizden çıkarma hakkınız yoktur.
Hatırlayın, bir yardım eline ihtiyaç duyarsınız, kendi omzunuzdan kolunuza doğru göz gezdirin, dirseğinize ve bileğinize varın, işte orada bir yardım eli bulacaksınız.
Yaşlandıkça, iki elinizin olduğunu, birinin kendinize, diğerinin de başkalarına yardım etmek üzere yanınızda hazır beklediğini fark edeceksiniz. Bir kadının güzelliği giydiği elbisede, beden ölçülerinde ya da saçını tarayış biçiminde değildir. 
Bir kadının güzelliği gözlerinden okunmalı, çünkü gözler kalbe, yani aşkın yaşadığı ülkeye giden kapıdır. 
Bir kadının güzelliği yüzündeki benlerden değil, içinde sakladığı ruhundan okunur.”






Not: Artık http://benyazarkencokeglendim.blogspot.com/ adresinde de blog yazıyorum!

20 Mart 2012 Salı

Amerikan Yapımı "Olmayan" Yabancı Filmler


İzlediğim filmlerin 10'da 9'unun Amerikan yapımı olduğunu fark ettim. Amerikan Sinema'sının kalitesi tartışılmaz, Hollywood, film sektörünün kalbinin attığı yer, dünyanın pek çok yerinden yönetmenler, senaristler filmlerini burada çekmek için çabalıyor. Hollywood filmleri daha çok tanınıyor, daha çok gişe yapıyor.
Ben de bu blog yazımda, özellikle Amerikan yapımı olmayan, ve bu yüzden çok duyulma şansı elde edememiş, diğer bir deyişle "underrated" filmlerden bahsetmek istedim.


1- Jeux D'enfants

Bu, diğerlerine göre daha çok duyulma şansı yakalamış, dünyanın pek çok yerinden hayran kazanabilmiş olağanüstü bir film. Belçika/Fransa ortak yapımı. Bence yapılmış/yapılabilecek en güzel aşk filmlerinden biri. Marion Cotillard ve Guillaume Canet'nin kimyası, oyunculuklar, görsellik ve özellikle senaryosuyla diğer filmlere fark atıyor. Jeux D'enfants'ı izlemeden, "ben romantik filmleri" sevmem demeyin.


 2- Le Fabuleux Destin D'amélie Poulain

 Fransız filmi deyip, Amelie'yi atlamak olmaz. Benim gibi, aynı filmi tekrar izlemekten hoşlanmayan birine bile kendini 3 kez izlettirmiş, insanın içini iyilik, mutluluk, sevgi gibi güzel duygularla dolduran, sıcacık bir film. İmgelerin büyüsü, ayrıntılar... İnsanı büyülüyor. Hala izlemeyen varsa, kesinlikle tavsiye ederim.


 3- Nae Meorisokui Jiwoogae

Ayrıntılara dikkat edilip izlenirse seyir zevkini 2 katına çıkaran, benim gibi "ben filmlere ağlamam yaa!" diyen insanı son yarım saatinde hüngür şakır ağlatmış bir Güney Kore yapımı film. Ağlatma işini abartılı acıklı sahnelerle değil, kendiliğinden başardı, doğallığı sayesinde başardı. Ayrıca bittikten sonra, insana üzerinde düşünecek çok şey bırakıyor. etkisi uzun sürüyor.



4- Yeopgijeogin Geunyeo

 Yine Güney Kore yapımı, hem eğlenceli, hem yer yer duygusal, tesadüfleri güzel bir dille işleyen, hoş bir film. Ayrıca bu filmi ararken, "My Sassy Girl" ismiyle karşılaşırsanız, hemen uyarayım, bu filmin Kore versiyonu bu kadar çok tutunca, Hollywood yapımcıları gözden kaçırmamış, hemen kendi versiyonlarını çekmiş. Ben izlemedim, ama izleyenler tam bir felaket olduğunu söylüyor.



5- La Vita é Bella

Hayatınızın top 5 film listesini size yaptıracak, insanı derinden sarsan, sıcak, doğal, çok güzel bir İtalyan yapımı film. "Bu film, baba olanları daha çok etkiler diye" bir yorum okudum fakat hiç ilgisi yok, bu film güzel bir kalbi olan herkesi çok etkiler. 2. dünya savaşı konulu olsa da, savaş sahnelerine hemen hiç yer vermeyen, daha çok toplama kampı ve yahudilere yapılan işkenceleri konu eden, bunları bile hafif güzel bir şekilde anlatıyor. Ağlama garantili.


 6- The Pianist

 2. dünya savaşı demişken, kesinlikle atlanmaması gereken, etkileyici, duygusal bir film. Fransa/Polonya yapımı olup, bu film savaşın Polonya kısmını anlatıyor. Tek bir karakter üzerinden gitse de, savaşın, ırkçılığın bütün pisliğini gözümüzün önüne sermede çok iyi.



7- Ensemble, C'est Tout

 Sırf Guillaume Canet'nin olağanüstü sevimliliği/yakışıklılığı/karizması ve Audrey Tautou'nun şirinliği hatrına bile olsa izlenesi, 1,5 saatlik güzel bir film. 
Guillaume'den dolayı Jeux D'enfants veya Audrey'den dolayı Le Fabuleux Destin D'amélie Poulain ile karşılaştırırsanız umduğunuzu bulamazsınız. Fakat yine de, neredeyse onlar kadar naif, sıcak bir film. Film çok şey anlatmıyor gibi görünse de, insanların aşktan, sevgiden, bağlanmaktan korkmayıp içinde tuttuklarını söylemesi gerektiğini anlatıyor bize. Ve bir "merhaba"nın bir sürü kişinin hayatını etkileyebileceğini... Her şey çok doğal geliştiği için, içinde yaşatabiliyor. En azından 1,5 saatin sonunda yüzünüzde bir gülümsemeyle filmi bitirmeyi garanti ediyor.


 8- El Laberinto Del Fauno

Nam-ı diğer, Pan'ın Labirenti. Masalsı, güzel anlatımı, hayal gücünün sınırlarını zorlayan, başta çocuk filmi diye lanse edilse de, kesinlikle bununla alakası olmadığını ilk 15 dakikada belli eden, İspanya/Meksika yapımı bir film. "Anlatılmaz, yaşanır" dediklerinden, üzerinde çok söz söylemeye gerek yok, tek kelimeyle büyüleyici.



9- Lilja 4-ever

 Dokunaklı, insanı derinden sarsan filmlerden bir diğeri. Danimarka/İsveç yapımı olup, genel olarak 16 yaşında varoşlarda yaşayan Lilja, ve onun tam anlamıyla kontrolden çıkmış hayatını, çöküşünü anlatan bir film. Bittikten sonra, insanın içine bir şey oturuyor. Çok, çok gerçekçi.


10- Pride & Prejudice

Bir klasik olan "Aşk ve Gurur"dan başarılı bir uyarlama. Görsellik anlamında yemyeşil, yağmurlu İngiltere manzarasıyla büyüleyen, benim gibi 1800'lü yıllar, kabarık elbiseler, balolar, şatolar vb. özenci olan insanları daha da etkileyen, İngiliz/Fransız yapımı bir film. Baş karakter Elizabeth Bennet'ı, Keira Knightley canlandırıyor.


11- Perfect Sense

Yarı bilim kurgu, yarı romantik, insani değerler hakkında düşündüren Danimarka/İngiltere yapımı, Ewan McGregor'lu, etkileyici bir film. Ayrıca filmle bağlantısız olarak, filmi izlerken sürekli, "Kuzey Avrupa'da yaşıyor olsam, garanti sigara içerdim. Bu kasvetli ambiyansa çok yakışıyor" diye düşündüm. 



12- Micmacs A Tire-Larigot

Fark ettim ki, yazıda Fransız filmlerinden bahsederken, hep görselliklerine değinmişim. Adamlar gerçekten biliyorlar bu işi, çok değerli sanat yönetmenleri yetiştiyorlar. Micmacs da işte böyle görsel anlamda doyurucu, ayrıca insanın içini ısıtan güzel bir film. Belki kahkaha attırmaz, ama bol bol gülümsetir.


Hollywood yapımı olmadığı için, diğerlerine göre daha kenarda kalmış filmlerden, benim izleyip çok beğendiklerim şimdilik bunlar. Blog da iyiden iyiye filmlere yönelmeye başladı, bakalım :)

18 Mart 2012 Pazar

Selvi Boylum, Al Yazmalım







Dünkü blog yazımda bahsedince fark ettim, ben bu filmi çok özlemiştim. geçen yıl hd versiyonu çıktığında, sinemada izleyememiştim. pırıl pırıl görüntüyle izlemek bugüne kısmetmiş.


Bu filmin bendeki yeri çok ayrı. 13 yaşımdan beri belki 20 kez izlemişimdir. televizyonda ne zaman görsem izledim. hala son sahnede göz yaşlarımı tutamam. hala etkiliyor beni. bu filmde beni bu kadar etkileyen ne gerçekten bilmiyorum. farklı bir büyüsü var. Kadir İnanır ve Türkan Şoray'ın inanılmaz uyumu mu? çerçeveletilesi efsanevi replikleri mi?



 




Filmde, İlyas'ın iş arkadaşı Can hariç kötü karakter yok aslında. Dilek, kimilerine göre kötü birisi. bence hiç değil. İlyas işi bırakacağı zaman "deli olma. karın var, çocuğun var onları düşün" demedi mi? İlyas, onun evine sığındığında, kendi elleriyle "o senin karın. ben de sevdim ama..." diye göndermedi mi? dilek aşık bir kadının yapabileceği en fazla şeyi yaptı.


Cemşit, bu hikayenin iyi kalpli yan karakteri, oysa ki İlyas'ın da dediği gibi, "onların hayatını değiştiren" karakter. Asya istese, 30 yıl da konuk ederdi evinde, hiç bir şey beklemeden. Asya nikahlı karısı olmasına rağmen, İlyas'la gitse tutmazdı. kendi iç sesinde bile iyi niyetliydi o, "eski kocası olduğunu bilsem getirir miydim? getirirdim. yaralıydı."


Bilindiği gibi, filmin yapım aşamasında Türkan Şoray, İlyas'lı bir son istemiş. iyi ki reddedilmiş. filmin mesajı bu değil çünkü. filmin mesajı asya'nın iç sesinde özetlediği gibi. "aşk coşkun akan dere, sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar. dere durulur, yapraklar kurur" yani aşk gelip geçici, ama emek verilerek kazanılmış bir sevgi ömür boyu kalıcı. İlyas onun aşkını kazandı, Cemşit sevgisini.


İlyas, Dileğin evindeyken Dilek onu göğsünden öptüğünde, Asya pencereden görmüştü ya onları. sonra kendi kendine "ben kocamı hiç göğsünden öpmedim" demişti ya. ilişkilerine dair güzel bir ayrıntıydı o. evet Asya ve İlyas aşıktı birbirlerine. ama sanki bir mesafe vardı aralarında. daha doğrusu sadece aşktı onları bağlayan. paylaşım yoktu. İlyas işini kaybettiğinde gelip Asya'yla paylaşmamıştı, "yanında rahat edebileceğim tek insan Dilek" deyip ona gitmişti.


Filmi bu kadar anlamlı yapan, karakterlerin iç sesleri. iç seslerdeki replikler o kadar güzel ki. çok başarıyla kullanılmış.


"elinden tutuversem, benimle gelir mi?"  "seninim işte, alıp götürsene beni."
"elini tuttum. sıcacıktı. yüreği elimdeymiş gibi."
"durursam bir daha kurtulamam. yüreğim kaydıysa günah mı?"
"sevgi neydi? sahip çıkan dost, sıcak insan eli, insan emeği, iyilikti sevgi... sevgi emekti"
"elveda Asya'm. elveda selvi boylum, al yazmalım, kadınım. bitmemiş türküm benim."





16 Mart 2012 Cuma

Eski Türk Filmleri

İlkokul döneminde, çizgi filmlerle birlikte izlemekten en keyif aldığım şeyler, eski türk filmleriydi. genellikle 60'lı, 70'li yıllarda çekilmiş, mutluluk, huzur, sevgi dolu filmler. "iyilik" ve "kötülük"ün keskin sınırlarla birbirinden ayrıldığı, abartılı örnekler ve karakterlerle insanlara iyimserliği, iyi niyetli olmayı aşılayan bu filmleri, küçüklükten beri izlemeyi çok severim. fakat şu sıralar televizyonda eski türk filmlerini yayınlamak konusunda bir kıtlık var, maalesef. eskiden özellikle bu öğle saatleri, kadın programları yerine türk filmleriyle dolu olurdu.

Ayşecik, Ömercik, Sezercik, Tarık Akan'lı, Hülya Koçyiğit'li, Ediz Hun'lu, Adile Naşit'li, Hulusi Kentmen'li, Münir Özkul'lu filmler favorimdi. "Selvi Boylum, Al Yazmalım" gelmiş geçmiş en sevdiğim türk filmi olmasına karşın, onunla daha geç, ortaokul yıllarımda tanıştım.

Hayat Sevince Güzel:

iyilerin sonsuza dek iyi niyetli kaldığı, kötülerin de filmin sonuna doğru melek gibi olduğu klasik eski türk filmlerinden biri. hı, bir de özellikle zenginlerin kötü olduğu, yabancı müzik dinledikleri unutulmamalı :) "hayat sevince güzel" özellikle star tv ve yeşilçam tv'nin vazgeçilmezlerinden biriydi.
6-7 kez izlemişimdir bu filmi, hepsinde de büyük bir hayranlıkla. 1971 yapımı bir film, 70'li yıllar türkiye açısından pek de parlak yıllar değil bildiğiniz gibi. bence o yıllarda bu tarz mutluluk, iyimserlik vs. aşılayan filmler yapılmasının psikolojik anlamda olumlu etkileri olduğunu düşünüyorum.
özellikle şu ünlü, bütün ayvalık halkının kol kola "seveliim, sevelim, seveliiiim" diye dans ettiği sahne yok mu! sonunda da, o zamanlar 16-17 yaşında olan ayşecik çıkıp bir konuşma yapıyordu "küçükleri sevelim, büyüklere saygı gösterelim" minvalinde. şu an çok absürd ve komik gelebilir, fakat 70'li yıllardan bahsediyoruz, sinemada abartı, extrem olaylar hakim. üstelik bence eğlenceli de. nerde şimdi böyle masum, iyimser filmler? http://www.youtube.com/watch?v=khpolb_ZFew


ama benim bu filmde favori sahnem başka. hani şu ayşecik'in, teyzesinin hizmetçileriyle alışverişe çıktığı, pahalı elbiseler alıp aniden istanbul hanımefendisine dönüştüğü, elbiselerle birlikte bir anda şivesinin de düzeldiği sahne yok mu. hizmetçilerden biri "ayşee, ne güzel olmuşsun!" dediğinde, rolüne fazlasıyla bürünen ayşeciğin, "sus, biliyorum." demesi. tanrım o nasıl bir ego!
filmin sonunda ayşeciğimiz sakat kaldı, barışmalarına yardımcı olduğu teyzesi ve teyzesinin eski sevgilisiyle birlikte yurt dışına gitti. devamını göremiyoruz, ama pollyanna'mız mutlaka iyileşmiştir. iyileşmese de ne gam! o mutlu olmanın bir yolunu bulur.


Delisin:

Alev ismi türk filmlerinde genellikle kötü karakterlere verilirdi (nedenini asla anlayamadım), "Delisin" ise ; Alev adlı esas kız ve Ferit'in (Tarık Akan adını Ferit olarak değiştirmeyi hiç düşündü mü acaba?) aşkını anlatan bir film. eğer hatırlamadıysanız, "şemsiyeli film". şimdi hatırlamışsınızdır :) güzel, eğlenceli ve mutlu sonlu filmlerden biri.



Seven Ne Yapmaz:

Bu filmin abimle bence çok ayrı bir yeri vardır. hala, alt geçitli sahneleri hatırlayıp güleriz. filmde öyle bir alt geçit vardı ki, istanbul'un her yerine açılıyordu. ordan geçmeden bir yere gidilmiyordu. Kartal Tibet ve Hülya Koçyiğitli hafif dram, zengin kız-fakir oğlan konulu, yanlış anlaşılma dolu, ama tabi ki mutlu sonlu güzel bir filmdi.

Sezercik Aslan Parçası ve Sezercik Yavrum Benim:

Ah acımasız çocuklar, bitmedi zavallı Sezerciğin dramı. her filmde bir "piç! piçsin sen!" ve "Allah baba, piç değilim ben :(" şeklinde bir sahne olurdu. Yavrum Benim'in ünlü sahnesi de, Sezerciğin şeker sattığı sonra da "çok mu tatlı? bir gün ben de yiyycem" dediği sahne. şeker sahnesinden önce de Sezerciğin makus talihini yenip, bir anda atarlara gelip çocuk dövdüğü sahne vardı http://www.videotubetc.com/musicvideo.php?vid=32e296f12

Gülşah ve Gülşah Küçük Anne:

Hülya Koçyiğit'in çıtı pıtı kızı, (şimdi 42 yaşında olmuş! ) Gülşah'ın oynadığı filmler de eğlenceliydi. Gülşah'ta dadılarını evden kovup, en sonunda Hülya Koçyiğit'le mutlu olan zengin kızı, Küçük Anne'de de hasta annesine, hapisteki babasına ve bebeklere bakmak için arkadaşıyla sokaklarda balon vs. satan bir kızdı.

Bizim Aile:

Adile Naşit ve Münir Özkul ikilisinin, dram filmi. Yaşar Usta'nın şu tiradını bilmeyen yoktur sanırım http://www.youtube.com/watch?v=qmrxTOPt0gA . güzel bir filmdi, aile bağları, kardeşlik ilişkileri ve tabi ki zengin kız-fakir oğlan konularını işliyordu :)

Neşeli Günler:

Defalarca izlediğim türk filmlerinden biri. "turşu limonla mı yapılır, sirkeyle mi?" tartışması sonucu ayrılan, 6 çocukları 3-3 bölüşen Adile Naşit ve Münir Özkul'lu komik, doğal, güzel bir filmdi. Şener Şen de hayırsız amca rolündeydi. hatırladığım kadarıyla bu filmde kötü bir karakter yoktu, sadece kendi çekişmeleri vardı.

Selvi Boylum, Al Yazmalım:

Favori filmimi sona sakladım. romantik, dokunaklı, duygusal, bol aforizmalı, düşündürücü bir film. filmin mottosu "sevgi neydi?". filmi izleyen hemen herkes empati yapmıştır, ben Asya olsam, İlyas'ı mı seçerdim, Cemşit'i mi diye. evet Asya olsaydım, büyük ihtimalle Cemşit'i seçerdim. ama filmi izleyen birisi olarak, İlyas'ın gitme nedenlerini, yanlış anlaşılmaları, yada İlyas'ın çektiği acıları görünce, tabi ki Al Yazmalı, Selvi Boylu'sundan vazgeçmemeli diye düşünüyorum. Şu sahne var ya, bu sahneyi defalarca gözlerim dolu dolu izlemişimdir http://www.youtube.com/watch?v=NcG1DgXq9dk


Kalite anlamında günümüz filmleriyle kıyaslanamazlar belki. yada o yıllarda Godfather, Star Wars vs. yapılırken, bunlar basit kalıyor olabilir. senaryo, oyunculuk vs. yine iyi değil. fakat doğallık konusunda, eğlence ve absürdlük konusunda kesinlikle eski türk filmleri rakipsiz! izlemekten asla bıkmayacağım, çok güzel bir miras.

27 Şubat 2012 Pazartesi

84. Oscar Ödül Töreninin Ardından


Son bir kaç yıldır olduğu gibi, Oscar sahipleri bizi hiç şaşırtmadı. aylardır zaten kulislerde tartışılan isimler/filmler beklendiği gibi ödülleri aldı.

Ödül alanlar; The Artist, Hugo'yla birlikte ödülleri toplaması beklenen bir filmdi. siyah beyaz olması, tamamen sessiz olması filmi yeterince ilgi çekici yapıyordu. ilginç filmleri seven akademinin gözünden kaçmadı tabi. 8 dalda adaydı, ben en az 4 ödülle ayrılacağını tahmin ediyordum, tam 5 ödül alarak Hugo ile birlikte bu yıla damgasını vurdu.

Midnight in Paris, Best Picture ve Original Screenplay ödüllerini almasını bekliyordum ki Orginal Screenplay ödülünü aldı. ben çok beğenmiştim bu filmi, rakipleri çok güçlü olduğu için tam olarak hak ettiği ilgiyi göremedi.

Hugo, 11 dalda aday olduğu için, 5 ödül alması pek şaşırtmadı. büyük ödülleri The Artist'le aralarında paylaştılar, ve özellikle teknik ödülleri kazandı. bence hak ediyordu da, fakat bütün ödüllerin Hugo ve The Artist'e yoğunlaşıp diğer filmlerin fazla göz ardı edilmesi üzücü oldu.

Akademinin Brad Pitt'e ödül vermeme konusundaki ısrarı yüzünden, yine ödül alamadan ayrıldı. adam milyon tane başka ödül aldı, fakat Oscar olmadı bir türlü. o da The Artist'in gazabına uğradı diyebiliriz. aynı şeyler, Gary Oldman için de geçerli, kuşkusuz.

Meryl Streep, ne akademi onu aday göstermekten bıktı, ne o ödül almaktan. 17. adaylığı ve 3. ödülü oldu bu. her ne kadar The Iron Lady'yi henüz izlememiş olsam da, yine mükemmel bir performans sergilediğini ve bu ödülü sonuna kadar hak ettiğini tahmin edebiliyorum. sevindiğim bir ödül oldu.

Christopher Plummer, 82 yaşında Oscar'ı kazanan isim oldu. "You're only two years older than me, darling. where have you been all my life?" yorumuyla güldürdü :)

Harry Potter, 10 yıllık serüvenini hiç Oscar kazanamadan tamamladı. bu son şansıydı, ama Deathly Hallows Part 2 ile kazanamayacağı belliydi. yine de, gönül isterdi ki önceki yıllarda orijinal senaryo veya müzik kategorisinde ödül kazansaydı.


Gelelim pek çok kişinin ödül törenini izleme sebebi olan "Kırmızı Halı"ya. bence bu yıl, geçen yıllara göre fazla sönüktü. yine güzel ve orijinal kıyafetler vardı, fakat çok fazla değildi.

Erkeklerin kısıtlı seçme şansı olduğu için, en fazla smokinlerinin kalitesi, bir kaç dikiş/model farkıyla bu şıklık yarışına katılabildiler.

Angelina Jolie, bence elbisesi çok şıktı. fakat adına twitter hesapları açılan, 9gag'i sallayan sağ bacağı için aynı şeyi söylemek mümkün değil. kesinlikle o bacak bağımsızlığını ilan etmiş olmalı. yoksa saatlerce onu öyle sağa dönük ve dışarıda tutmak pek mümkün değil. ayrıca Angelina'nın anoreksiya yolunda olduğu da gözlerden kaçmadı. üzüldüm açıkçası bu haline. gerçi, kadın iskelet mi iskelet, yine de ödül törenine Brad Pitt'in elini tutarak geldi mi? geldi. burdan fark attı bir kez.

Brad Pitt, Benjamin Button effect'ten kurtulamamış, bu adam babamdan yaşlı inanılır gibi değil. çenesinde üç beş kırlaşmış sakal, göz kenarlarında hafif kırışıklıklar olmasa 30 derdim. şimdi 35 diyorum. hayır katiyen 49 demiyorum!










Natalie Portman, her zamanki gibi çok güzel ve zarifti. Her ne kadar elbisesini gece için biraz spor bulsam da çok yakışmıştı. Ama takılar biraz alakasız kaçmış. Yine de, kim der ki bu kadın daha bir kaç ay önce doğum yaptı!









En iddialı elbiselerden biri de Jennifer Lopez'e aitti. derin göğüs dekoltesi ve kalçalarını ön plana çıkaran bu elbise, onun klasik zevkinden.







Gecenin kuşkusuz en orijinal elbisesi Gwyneth Paltrow'a aitti. Elbisenin arka tarafındaki pelerinimsi parça ve takı kombiniyle bence çok şık ve zarif duruyordu, çok beğendim.









Sacha Baron Cohen, nam-ı diğer Borat, erkeklerin kısıtlı seçimine uymayarak, filmde canlandırdığı diktatör kıyafetiyle katıldı. her ne kadar, geceye renk katsa da, kırmızı halıya kül dökerek kirletmesi ve şımarık davranışlarıyla tepkileri çekti.






Son olarak, Jessica Chastin'in siyah altın işlemeli elbisesini ve Milla Jovovich'in tek omuzlu beyaz elbisesini çok beğendim. ikisi de çok şık olmuştu.









12 Şubat 2012 Pazar

Bir Diziden Çok Daha Fazlası: Friends




Öyle bir dizi ki bu, 2 kez baştan sona izleyip, sonra yarım yamalak comedymax'ten takip edip, artık her bölümünü, her sahnesini ezberleseniz de; canınız sıkılınca, başka dizi izlemek istemeyince rastgele bir sezondan bir bölüm açıp gülmekten ölerek izleyebilirsiniz. hayatta sıkmaz. hatta 10 sezonun da blooper'larını bile tekrar tekrar izledim :)

Çok düşündüm, en sevdiğim karakter hangisi diye. ama yok, hepsini o kadar kendi dostu gibi benimsiyor ki insan, hiç birini diğerinden ayıramıyorsun. ne eksik, ne fazla tam ayarında karakterler, oyunculuklar, espriler. üstelik uzatmadan, sıkmadan, 10. sezonda tam tadında bitirdiler. her ne kadar her "friends geri dönüyor" dedikodusunda bir "acaba?" desek de, yeniden başlasa belki aynı tadı vermeyecekti ve biz onu güzel hatırlayamayacaktık diye de seviniyor insan. biz onların hayatlarının sadece 10 yılına tanık olduk. onlar benim hayalimde kaldıkları yerden devam ediyorlar:


- Monica ile Chandler ikizlerini banliyödeki evlerinde huzur içinde büyütüyorlardır. Monica'nın aşırı kontrolcülüğü ve Chandler'ın rahatlığıyla dengelenmiş çok iyi ebeveynler olmuşlardır. Monica sonunda hayalindeki gibi bir restaurant açmayı başarmış, Chandler reklamcılıkta nihayet hak ettiği yeri bulmuş, amerikan televizyonlarında çok güldüren reklamlara imza atmıştır.
- Joey, Joey dizisindeki L.A macerasından sonra `New York`'ta çok iyi bir dizi teklifi almış, kariyeri yükselişe geçmiş, yine tek tabanca ama mutlu ve dostlarıyla birliktedir. yeni dizisi sayesiyle yine çok tanınan birisi olmuştur.
- Ross ve Rachel, Monica ile Chandler'ın sokağında, hatta belki Janice'in almadığı yandaki evi almışlardır. sonunda aşklarını sorunsuz ve çok mutlu bir şekilde yaşayabilmeye başlamışlardır. Emma'ya bir erkek kardeş gelmiştir, ve Ross'un tam hayallerindeki gibi, onunla gazetenin bilim sayfası için kavga eden, dinozorlara ilgi duyan bir çocuk olmuştur. Emma ise tam annesinin kızı, moda ve güzellik hastası biri olmuştur.
- Phoebe ve Mike'ın müzik yeteneği çok iyi olan 2 çocuğu olmuştur. Phoebe'nin mükemmel garipliğinin izleri bu çocuklarda da vardır. Phoebe ve Mike kendi gruplarını kurmuşlar, ve beraber küçük çaplı konserler veriyorlardır.
- Artık evli ve çocuklu olan grup üyeleri, hala şehre inip `Central Perk`'te buluşmayı da ihmal etmiyorlardır. artık New York'ta oturan 6 genç değil, orta yaşlı, ama hala eskisi gibi olan bireyler olmuşlardır.

Diğer dizilerle karşılaştırılıp dursa da, benim için kesinlikle en iyi dizi. hem komedi dizisi, aç canının en sıkkın olduğu zaman seni katıla katıla güldürsün. hem de öyle sahneler var ki, en iyi dram dizilerinden daha çok duygulandırsın. `Ross and Rachel` ayrılığı, Chandler'ın Monica'ya evlilik teklifi, Phoebe'nin üçüzlerle veda konuşması, Joey'nin Rachel'a aşık olduğu zaman ne yapacağını bilememesi, ve daha neler neler... seyirciyi sadece güldürmekten daha fazlasını amaçlayan bir dizi bu.

Üstelik dizi, sadece bölümlük olaya bağlı güldürmek amacında olmadığı için, içi boş yüzeysel dostluklar da değil. hatta gördüğüm en gerçekçi, en güzel dostluk bu dizideki. herkes birbiriyle yakın, ne gruplaşma var ne bir şey. en uzak gelenler Rachel ve Chandler ile Phoebe ve Ross gibi dursa da, düşününce onların da çok komik ve güzel sahneleri olmuştu. yani dizide özellikle bir Rachel ve Ross aşkı teması olsa da, hiç kimse diğerinden ön planda değil. her ne kadar başta, Phoebe önce yan karakter olarak düşünülüp, sonradan dahil edildiği için ilk sezonda biraz geri planda kalsa da, sonradan herkes eşit olarak önem kazandı.

Kısacası benim için, gelmiş gemiş en iyi, en gerçekçi dizidir. bu ayarda dizi de bir daha zor yapılır.




Barcelona


Barcelona hakkında kendi gözlemlerim ve biraz da rehberimizden öğrendiğim bilgileri derlediğim tanıtım yazısı. (kendi entry'mden çaldım :) )
Amerika’ya gitmişken New York'u görmeden dönersen gittin sayılmaz dedikleri gibi, İspanya'ya gidenlerin mutlaka görmesi gereken bir şehir.
- Şehrin merkezi konumunda olan “Catalonia Meydanı”, ve devamındaki `La Rambla`'da mutlaka yürüyüş yapın. cadde'ye girmeden, meydanda ünlü `Hard Rock Cafe`ye göz atabilirsiniz.
- La Rambla'da yürürken, ara sokaklara da mutlaka girin. her sokak ayrı bir güzellik. ayrıca cadde üzerindeki sokak gösterilerini izlerken çantalarınıza dikkat edin, çünkü pek sık olmasa da kalabalıktan yararlanıp kapkaç yapanlar oluyor.
- Caddenin en sonunda iskeleye varacaksınız. orada en ünlü alışveriş merkezi dedikleri “Maremagnum” alışveriş merkezi var. aslında `İstinye Park`'ın, `Cevahir`in yanında esamesi okunmaz ama gitmişken bir gezilebilir.
- Marmagnum'un yanındaki restaurant (alttaki fotoğrafta bir kısmı görünüyor) , `tapas` yemek için gayet uygun. hem deniz kenarı, ve şık, hem de fiyatlar çok da pahalı değil. yanına da bir sürahi `sangria` istemeyi ihmal etmeyin.




                                                                 MareMagnum




- Hemen hemen herkesin duyduğu ve merak ettiği, ünlü yarım kalmış devasa kilise `La Sagrada Familia`'ya mutlaka gidin. içerisi aşırı kalabalık olduğundan büyük ihtimalle sadece dışarıdan görebilirsiniz ama o bile yeter.
- `Antoni Gaudi`'nin tasarladığı park, banliyö, ve kendi evi olan `Park Güell`i de mutlaka görün. ortam masalsı, mimari harika, ve şehrin en iyi kuşbakışı manzarasına sahip.








- Tapas, Barcelona'da daha iyi,`Paella` ise daha çok Madrid ve Valencia'da güzel olur, ama illa paella yemek isterseniz, illa lüks, kaliteli bir restaurant bulmanıza gerek yok. ara sokaklarda fiyatlar, cadde üzerinden daha uygundur. ayrıca 1 tabak paella, 1 kişi için fazlasıyla yeterlidir. ama çok açsanız, bir çok restaurantta, paella+balık-tavuk+tatlı gibi menüler var, bunlardan seçebilirsiniz.
- Müze olarak `Museu Nacional D'art De Catalunya`, `Museu Picasso` ve Museu de Cera (balmumu eserlerin bulunduğu müze) gidebilirsiniz.
- Sangira'yı yemeklerin yanında içmek dışında, marketlerde plastik şişelerin içinde çok ucuza bulabilirsiniz.
- Camp Nou'ya bütün erkekler zaten gider, ama bayansanız yine de mutlaka gidin. `F.C Barcelona` ile ilgili forma, suluk, atkı vs. eşyaları yine stattan alın.
- Siesta vakitlerini göz önüne alın, alışveriş ve yemek için siesta zamanı dışarı çıkmayın.
- Zorda kalırsanız taksiye binmekten çekinmeyin. diğer avrupa ülkelerine göre, taksi burada ucuzdur. ama normal zamanda, metroyla her yere gidebilirsiniz. metro hatlarını çok iyi öğrenin.
- İspanya'ya kadar gitmişken, `flamenko` gösterisi izlemeden olmaz! bu konuda para kıymayın, 8-9 euro'ya da gidebilirsiniz, ama gitmişken gerçekten güzel bir gösteri izlemek isterseniz 25-30 euro civarı olan yerlere gidin. her gösteride mutlaka 1 kadeh sangria ikram edilir.
- Eğer haziran sonlarında Barcelona'ya giderseniz, yaza merhaba festivallerine denk gelirsiniz. bu festivaller yaklaşık 3 gün sürer, bu sürede taksi fiyatları +8 euro'dan açılır, bir çok dükkan kapalı olur, gece boyunca havai fişekler atıldığından uyumak zor olur. ve gece, kumsalda kutlamalar olur. 1 gece mutlaka bu kutlamalara gidin.